Aslında bir çocuk kitabı gibi görünen Küçük Prens tertemiz anlatımıyla, her yaştan insan için bir başucu kitabı olmayı kesinlikle hak ediyor.
Bizler bu kitapla birlikte, Küçük Prens’in diğer gezegenlere ve dünyaya yaptığı yolculuğa tanık oluyoruz, uğradığı her bir gezegende kendimizle karşılaşıyoruz.
Sevgi, dostluk, değer, bağlılık, sorumluluk, doğa sevgisi, önyargı, kibir, bencillik gibi erdem ve kusurlarımızı tanıma fırsatı buluyoruz.
Bize küçücük çocuk yüreğiyle kendimizi sorgulatıyor Küçük Prens, bir çocuğun gözünden büyüklerin dünyasını anlatıyor, içimizdeki unuttuğumuz çocuğun masumiyetiyle yeniden buluşmamızı sağlıyor.
Küçük Prens içerisinden binlerce anlam çıkarılabileceğimiz bir eser. Ben Küçük Prensi kendimizi tanımamıza yardım etmesi için bir araç olarak kullandım ve biraz felsefi bir gözle incelemeye çalıştım;
Yazar küçükken izlediği bir belgeselden etkilenerek fil yutmuş bir boa yılanı çizer. Gösterdiği tüm yetişkinler bunun bir şapka resmi olduğunu düşünür.
“…’Yapıtımı büyüklere göstererek resimden korktular mı?’ diye sordum.
Dediler ki, ‘Şapkadan korkulur mu hiç?’
Oysa ben şapka değil, bir fili sindirmekte olan bir boa yılanı çizmiştim. Büyükler anlayabilsin diye bu kez ikinci bir resimde boa yılanının içini de çizdim. Büyüklere bir şeyi açıklamazsan olmaz.”
Büyükler sayılara bayılırlar, çünkü büyükleri ilgilendiren tek konu faydadır. İşte yazar büyüdüğümüzde olanları böyle anlatıyor bize. Yüreğimizle görmeyi unuttuğumuzu vuruyor yüzümüze. Gerçekten ilgilenmemiz gerekenlerin yerine koyduğumuz değersiz şeyleri hatırlatıyor… Arkadaşlık, bu arkadaşa verdiğimiz değer, onu nasıl hangi sorularla tanıdığımız…
“Tutalım, onlara yeni edindiğiniz bir arkadaştan söz açtınız, asıl sorulacak şeyleri sormazlar. Sesi nasılmış, hangi oyunları severmiş, kelebek biriktirir miymiş, sormazlar bile. ‘Kaç yaşında?’ derler, ‘Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?’ Bu türlü bilgilerle onu tanıdıklarını sanırlar.
Ya da hayallerimiz; kırmızı kiremitli, penceresinde saksılar, çatışımda kumrular olan bir ev hayal edemiyor muyuz artık? Şeylere verdiğimiz değeri sadece maddi olarak mı ölçebiliyoruz? Yoksa biz de mi büyüdük?
“…’Kırmızı kiremitli güzel bir ev gördüm. Pencerelerinde saksılar, çatısında kumrular vardı.’ Bir türlü gözlerinin önüne getiremezler bu evi. Ama ‘yüz bin liralık bir ev gördüm’ deyin, bakın nasıl ‘aman ne güzel ev!’ diye haykıracaklardır.”
Ve yazar Küçük Prens’in kendisi için neden bu kadar önemli olduğunu anlatıyor, bizim için neden bu kadar önemli olduğunu anlatıyor aslında, hepimiz bir zamanlar çocuktuk ve saftık, büyüdük ve biraz kirlendik, çocukluğumuzun masumiyetini unuttuk, çocukken görünenin ardındakini daha kolay görüyorduk, büyüdüğümüzde ise bizim için önemli olan şey sayılar oldu.
…Onu anlatmaya çalışmam unutmak istemeyişimdendir. İnsanın arkadaşını unutması ne acı. Kaldı ki arkadaşı olan kaç kişi var içimizde? Bir gün onu unutursam gözleri sayılardan başka şey görmeyen büyüklere dönerim.
Küçük Prens pilottan çizmesini istediği koyunları hepimiz hatırlarız. Zayıf ve hasta koyun, koça benzeyen koyun, yaşlı koyun… İşte Küçük Prens’in saf yüreğiyle karşılaştığımız ilk an. Ve yazarın bize hatırlattığı görünenin ardındaki görünmeyen…
“…Ne yazık ki ben kapalı sandıkların içindeki koyunları görmeyi beceremem.”
Küçük Prens’in küçük gezegeni Asteroid B 612;
Biri sönmüş 3 yanardağ, baobaplar ve günün birinde, bilmediği bir yerden, rüzgârın önüne katılıp gelen bir tohumdan sürmüş bir çiçek, bir gül. Gezegenine nasıl baktığını anlatıyor bize Küçük Prens, nelere dikkat etmemiz gerektiğini anlatıyor. Bu gezegeni kendi bedenimize benzetebiliriz belki, ruhumuzun evine.
“Küçük Prens’in gezegeninde de öteki gezegenlerde olduğu gibi iyi bitkilerin yanı sıra kötülerin bulunduğunu öğrendim. İyilerin iyi tohumları, kötülerin de kötü tohumları vardı.”
Hepimizin içinde erdemler ve kusurlar var. Bu pek çok hikâyeye, destana konu olmuştur insan anlasın diye. Örneğin bir Hint destanı olan Bhagavad Gita Pandavalar ve Kurular diye bahseder içimizdeki iyi ve kötü olandan. İçimizdeki savaşı anlatır. Tıpkı Küçük Prens’in kendi gezegeninde yaşadığı kötü olan tohumu temizleme savaşı gibi.
Sessizliğin Sesi isimli bir diğer metin bize anlatır içimizdeki kötülükle nasıl savaşmamız gerektiğini. Eğer içimizdeki kusurların büyüyüp filizlenmesine izin verirsek, bizi ele geçirir, tıpkı Baobap ağaçları gibi.
“…Küçük Prens’in yurdu olan gezegende korkunç tohumlar da varmış: Baobab tohumları. Bu tohumlar gezegenin yüzeyine dal budak salmış. Baobab öyle bir bitkidir ki erken davranmazsanız bir daha kolay kolay baş edemezsiniz. Gezegeni baştanbaşa sarar. Kökleriyle toprağını delik deşik eder. Hele bir de gezegen küçük, baobaplar başa çıkılır gibi değilse parçalayıverir gezegeni.”
“Bu bir düzen meselesidir,” demişti sonradan. “Sabahları kendinize çeki düzen verdikten sonra gezegeninize de aynı şekilde bir çeki düzen vermeniz gerekir. Hiç aksatmadan her gün bütün baobabları söküp atmalısınız; küçük gülfidanlarından ayırt edilemeyen bu bitkilerin büyüyerek fark edildikleri anı bırakmadan izlemelisiniz.
Küçük Prens’in çiçeği, günün birinde, bilmediği bir yerden, rüzgârın önüne katılıp gelen bir tohumdan süren çiçek… Bu hırçın gülle olan ilişkisinde arkadaşlık, emek, zorluklara göğüs germek, sorumluluk ve daha birçok erdemi anlatıyor bize Küçük Prens.
“Çiçeklere kulak vermemek gerek. Onlar görülmek ve koklanmak içindir. Benimkinin güzel kokusu gezegenin dört bir yanına yayılmıştı. Ama onda ki güzellikten kendime bir sevinç payı çıkaramadım. Oysa beni öylesine öfkelendiren şu pençe olayını sevecenlikle karşılamam gerekirdi.”
Güle olan kırgınlığı nedeniyle çıkıyor yolculuğa Küçük Prens; birçok gezegende birçok kişiyle tanışıyor, yine o çocuk saflığıyla karşılıyor tüm olayları, sorduğu sorularla bazen delirtiyor karşısındakileri ve asla pes etmiyor sorduğu sorunun cevabını almadan…
İlk gezegende bir Kralla karşılaşıyor;
“…Kralın asıl istediği otoritesine saygı gösterilmesiydi. Karşı gelinmesini hoş görmezdi. Mutlak bir kraldı. Bununla birlikte, iyi bir adam olduğu için hep akla uygun buyruklar verirdi.
‘Bir generale kelebek gibi çiçekten çiçeğe uçmasını ya da bir trajedi yazmasını ya da martı olmasını buyursaydım, o general de aldığı buyruğu yerine getirmeseydi suç kimde olurdu?’
‘Herkesten verebildiği kadarını istemeliyiz. Otorite her şeyden önce sağduyuya dayanmalıdır. Sen kalkıp halkına, kendilerini denize atmalarını buyurursan ihtilal çıkar. Benim verdiğim buyruklar akla yatkın oldukları için yerine getirilmelerini istemek hakkımdır.”
İkinci gezegende bir kendini beğenmiş var;
…Kendini beğenmişlerin gözünde herkes bir hayrandır.
…Kendini beğenmişler yalnız övgüleri dinler.
Üçüncü ve en çarpıcı gezegenlerden birinde bir sarhoşla tanışıyor Küçük Prens;
“Niçin içiyorsun?”
“Unutmak için.”
“Neyi unutmak için?”
“Utancımı unutmak için.”
“Neden utanıyorsun?”
“İçmekten utanıyorum.”
Dördüncü gezegenin sahibi bir işadamı;
İşadamı tembellere türlü türlü düşler kurduran küçük sarı şeylere yani yıldızlara sahip olduğunu düşünüyordu.
“Yıldızlara nasıl sahip olunabilir?”
“Yıldızlar kimin?”
“Ne bileyim ben? Hiç kimsenin.”
“Öyleyse benim. Çünkü bunun ilk akıl eden ben oldum.”
“Senin demekle senin oluyor mu?”
Beşinci gezegende bir sokak feneri ve o feneri yakıp söndürme yönetmeliğine sıkı kıya bağlı bir fener bekçisi var;
“…Hiç değilse işinin bir anlamı var. Fenerini yakınca bir yıldız doğurmuş, bir çiçek açtırmış oluyor. Söndürünce o yıldız, o çiçek uykuya dalıveriyor. Ne güzel bir uğraş; güzel olduğu için de gerçekten yararlı.”
Bir coğrafyacının bulunduğu altıncı gezegen bizleri geçicilik ve kalıcılık hakkında düşündürür;
“…Geçici ne demek?”
“Yakın bir gelecekte yok olacağı düşünülebilen şey demektir.”
Yedinci ve son gezegense Dünya’dır. Küçük Prens’in bu gezegendeki denemeleri diğerlerinden oldukça farklıdır; yazar Dünya üzerinde yaşayan bizlerin kendimizi ne kadar önemsediğimizi gösterir bize, haklı yerimizi vererek;
“Dünyanın bütün insanları en küçük Pasifik Adası’na yerleştirilebilir. Bunu büyüklere söylerseniz size inanmayacaklardır. Kendilerinin büyük yer kapladıkları kanısındadırlar çünkü. Kendilerini baobaplar kadar önemli görürler.”
Bütün bu gezegenler, orada Küçük Prensin karşılaştığı kişiler kendi içimizdeki yönleri temsil ediyor bana göre. Biz de bazen herkes bize hayran olsun isteriz, bazen hayatımızda kalıcı ya da geçici olan şeyleri sorgularız, bazen unutmak için bir yol ararız, bazen de asla sahibi olamayacağımız şeyleri kendimizin sanırız. Bunlar bize tanıdık geliyor mu?
Küçük Prens Dünya gezegeninde bir yılan ve bir tilkiyle karşılaşıyor;
Yılan; yolculuğumuzda yalnız olduğumuzu hatırlatır bizlere ve döneceğimiz yeri;
“İnsanlar nerede? Çölde biraz yalnızlık duyuyor kişi…”
“İnsanların arasında da yalnızlık duyulur,” dedi yılan.
“Dokunduğum her yaratığı geldiği yere, toprağa yollarım. Ama sen tertemizsin ve bir yıldızdan geliyorsun.”
Tilki; belki de romanın en vurucu karakterlerinden biridir hepimiz için, kurmayı unuttuğumuz bağları hatırlatır bize, birbirimiz için özel olmayı… Ve bir kez daha sert bir karşılaşma yaşıyoruz bu bölümde, yüzeyselliğin bize bir şey katamayacağını, kendimize ve diğerlerine derinlemesine bakmamız gerektiğini öğreniyoruz küçük bir tilkiden;
“Vereceğim sır çok basit; insan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.”
“Gerçeğin mayası gözle görülmez.”
Ve bizler için önemli olanın nedensellik olduğunu vurguluyor kitabın sonlarına doğru Küçük Prens, her şeyin ardında bir neden vardır, gördüğümüz yanılsamayı gerçek kılar o neden;
“Yıldızlar gözden ırak bir çiçek yüzünden güzeldirler.”
“Bir yerde bir kuyunun saklı oluşudur çöle güzellik veren.”
“Ev olsun, yıldızlar olsun, çöl olsun, hepsi de güzelliğini gizliliğe borçlu!”
“Bu gördüğüm sadece kabuğu. İçinde gizlenen, gözle görülemez.”
Feda etmeyi öğretir bize Küçük Prens, vazgeçmekten en çok zorlandığımız şeyi, feda ederken çok acı çekeceğimizi düşündüğümüz şeyi… Stoacı filozofların söylediği gibi; ‘vazgeçebildiğin her şey senindir’ ya da ‘senin değildir, senin kullanımına verilmiştir.’ Küçük Prens gülüne kavuşmak için bedenini feda eder ki o beden asıl olana kavuşmak için vazgeçmesi gereken kabuktur.
“Bırakılmış eski bir deniz kabuğu gibi olacak kalıbım. Eski deniz kabuklarına acınmaz ki.”
Şimdi kendimize sorular sorma zamanı; gözle görülmeyeni görmeye hazır mıyım? Bağlar kurmaya hazır mıyım? Evrendeki kendi yerimi keşfetmeye hazır mıyım? Kendimi keşfetmeye ve içimdeki kirlenmemiş öze dokunmaya hazır mıyım?
Ve tabii tüm bunlar için feda etmeye?
Gülcan Gelerli